Vatanımızdaki çatışmadan sıyrılıp barış içinde bir hayat kurabilme fırsatı yakalamak, ruhumuzun özgürlüğe kavuşmasını da garantiler mi? Savaş, “tüm dünya yerle bir olurken insanın kendisi için çalışması bir suç” düşüncesini dayatıp gündelik normalliği aşarken büyük bir amacın parçası olma hissini yaratır. Peki bu his gerçekte kimler için anlamlıdır? Yapay ve süregelmiş birlik inancı ile iradesi felç kalan kişilerden biri de biz iken kitap, Stefan Zweig’ın sınırlı cümleler içinde sonsuz dünya sunan dili ile yepyeni anlamlar kazanır. Roman, 1. Dünya Savaşı yıllarında yazarın yaymaya çalıştığı savaş karşıtlığının somut ve başarılı bir örneğidir.
Savaşın Psikolojik ve Toplumsal Etkileri
Sayfalar boyu okuduğumuz psikolojik ikilem; özgürlük mücadelesinin ve bireysel düşüncenin temsili olan Paula ile güç karşısında oldukça zayıflamış ve vicdanı karşı gelse de savaşmaya mecbur hisseden Ferdinand arasında gerçekleşir. Çift, bir vesileyle İsviçre’ye sığınmış, burası onlara “özgür bir ülkede özgür bir insan olarak yaşama” şansını yeniden hatırlatmıştır. İsviçre’nin tarafsız tutumu; savaşlara katılmamakla sınırlı bir pasiflik değil, jeopolitik bir zorunluluk olarak ortaya çıkar.[1] Kaldı ki tarafsızlık yalnızca dış politika tercihi değil, İsviçre Federal Anayasasının 173. maddesinde de açıkça belirtilen bir zorunluluktur.[2] Böylece zaman içinde kendi varoluşlarını ve iç istikrarlarını korumak, onlara güçlü bir strateji ve huzurlu topraklar olarak dönüş yapmıştır. Yine de yaşatılan politika, dünya meselelerine karşı ilgisiz olmayı beraberinde getirmez. Bu durum aynı zamanda diplomatik bir avantajdır. Tarafsız topraklarda bulunmak Ferdinand’a askere gitmeme hakkı tanısa da karakterin yaşadığı bunalım çok daha derin yaraların yansımasıdır. Mecburiyet, savaşların yalnızca ülkelerin sınırlarına değil bireylerin düşüncelerine de nüfuz ettiğini gözler önüne sermektedir.
Dünya Savaşı’nın Tarihsel ve Kültürel Kökenleri
1. Dünya Savaşı yangınının odunları, 1914 yazının çok öncesinde taşınmaya başlanmıştır. Yıllar boyu süren rekabet, silahlanma yarışı ve hesaplaşma fikri, birçok ülkenin mücadele isteğini körüklemiştir. Nitekim bu ülkelerden olan Almanya ve Fransa’da belirgin tarihsel temeller görülür. 1870-71 Franco-Prusya Savaşı, iki ülke arasındaki kinin sebeplerinden biridir. Savaşın sonunda Alsace-Lorraine bölgesinin Almanya’ya bırakılması, Fransa’daki Alman karşıtı görüşleri tetiklemiş, bu toprakların geri alınacağına dair intikam inancı doğmuştur; ilerleyen yıllarda ortaya çıkan milliyetçi akımlar ise bu inancı diri tutmuştur. Bu rövanşizm duygusu, Fransa’daki eğitim müfredatına da yansımıştır. Öğrencilerin gördüğü dersler, ülkelerinin yaşadıkları kayıpları unutturmamak ve milli duyguları yaşatmak üzerine tasarlanmıştır. Fransız ressam Bettannier’nin La Tache Noire (“Kara Leke”) tablosu, harita üzerinden işlenen bir coğrafya dersinde öğretmenin Alsace-Lorraine bölgesini siyah renkle göstererek anlattığını tasvir eder.[3] Tabloya dikkatle bakıldığı zaman; sınıfta bando davullarının bulundurulduğu, öğrencilerin göğüslerine madalyalar takıldığı görülür; aynı zamanda 1881-1882 tarihli yasalarda erkek öğrenciler için askeri talim yapılması gibi uygulamalar resmileştirilerek eğitimde çeşitli reformlar gerçekleştirilmiştir.[4] Tüm bunlar, Fransa’daki gençlerin zamanla zihnen ve bedenen savaşa hazır halde yetiştirilmesinin örnekleridir. Benzer şekilde, Almanya da genç nüfusunu aynı amaçlar doğrultusunda yetiştirmiş; savaşlardan neşe duyarak bahsedilmesini ve savaşmanın kaçınılmaz, yüce bir görev olduğunun aşılanmasını sağlamıştır. 1. Dünya Savaşı başladığında kitleler arasında belirgin bir coşku olduğu bilinir. Almanya’da bu ruh haline “Spirit of 1914” denilmiş, bireyler oluşan atmosfere hazır birer savaş makinesi olarak ortaya çıkmıştır.[5] Savaşın yüceltilmiş anlamı, yine de herkes için aynı şekilde tezahür etmez. Kolektif baskı, sıradan insanları bile tek bir amaç etrafında toplamayı başarmış görünse de sıcak cephelerin ötesinde yürekleri parçalanan binlerce insanı da yaratmıştır.

Mecburiyet Teması ve Savaşa Karşı İnsanlık Dramı
Ferdinand, savaş mecburiyeti ve özgürce yaşama arzusu arasında sıkışmış bir gençtir ve bir sabah, geleceğini en başından beri hissettiği vatan çağrısı ile sarsılır. Yaşadığı askeri bir muayeneyi ve nasıl aşağılandığını hatırlar; savaş çağı, insan onurunun hiçe sayıldığı bir ortam hazırlamıştır. Burada, savaşın bireyi değersizleştiren yönü vurgulanmaktadır. 1. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca insan; sayılardan, vicdansızca ölüme gönderilen askerlerden ibaret görülmüştür. Öyle ki birçok ülke; kendi askerini korku ve firar suçlamaları ile idam ettirmiş, güç yolu ile disiplin sağlamaya çalışmıştır.[6] Mecburiyet, bu itaat mekanizmasını oldukça net bir şekilde hissettirir. Savaşa katılmayı reddetmek, böyle bir imkân sunulurken dahi cezalandırılmayı hak eden bir davranış olarak görülür. Bu sebeple Ferdinand; eşi Paula’nın haykırışlarına ve kendi vicdanının sesine karşı kulaklarını kapatır, başka bir gerçekliğin de var olabileceğini görmek istemez. Savaş zamanlarında itaat yalnızca yasal bir yükümlülük değil, aynı zamanda kişinin kendisi üzerinde kurduğu acımasız bir baskıdır.
Stefan Zweig; eserin ismini ilk olarak “Firari” olarak düşünmüş, sonrasında “Mecburiyet” başlığında karar kılmıştır. Bu değişiklik, romanın anlatmak istediklerine dair önemli bir ayrıntıdır. Asli olan, insanların “kaçak” olarak etiketlendirilmesi değil, onları bu firara sürükleyen ve aslında bu firardan geri döndürmeye de zorlayan mecburiyet duygusuna odaklanmaktır. Ferdinand’ın, “İnsan kendini kaçak hissettikten sonra hiçbir yerde özgür değildir.” demesinin sebebi de budur. Söz konusu olan, psikolojik bir esaret durumudur. Paula, bu esaret ve mecburiyeti öfkeyle sorgulayan taraftadır. “Görünmeyen, sadece birkaç kilometre içinde geçerli, o birkaç kilometrenin dışında ise geçerli olmayan bir yasa gerçek olabilir mi? Burada, barışın içinden karşı tarafa, savaşa baktığında anlamsızlığı görmüyor musun?” şeklindeki yakınması, savaşın göreliliği hakkında okuyucuyu düşündürür. Aslında tüm senaryo güçlülerin yazdığı ve karakterlerini seçtiği bir oyundan ibaret değil midir?
Okunulan tüm gelgitlerin ve sorgulamaların ardından Ferdinand, içindeki kararsızlığın yarattığı harap ve son bir teslimiyet ile istasyona gider. Ona huzuru ve mutluluğu sunabilecek hayat, bir tren camından akıp giderken son durakta karşı yönden yanaşan tren tüm anlam arayışını bambaşka bir yöne çevirir. Alman treninin içinden yükselen Fransız marşı ve içindeki yaralı düşman askerleri; artık birer propaganda figürü ve isimsiz savaş piyonları değil, canlarıyla ve kanlarıyla acı çeken insanlardır. Ferdinand ilk defa gerçek anlamda uyanır; sınırı geçtiğinde geri dönüşü olmayan bir yalanın içinde sürüklenmek üzereyken, şimdi bu manzara karşısında neleri kaybedeceğini ve neleri kazanabileceğini anlamıştır.

Sonuç Olarak
Mecburiyet, 1. Dünya Savaşı ortamını iki zıt karakter üzerinden ele alsa da olayların içerdiği temalar günümüz dünyasında da güncelliğini korumaktadır. Dünya, insanlık tarihinin başlangıcından bugüne pek çok farklı savaşı sahnelemiş, fakat bunu sona erdirecek bir “son savaş”ı tecrübe edememiştir. Diplomasinin gelişimiyle birlikte yıkımların seyri değiştirilse de insanlık, içindeki savaşmak tutkusunu halen değiştirememiştir. Şimdiki zaman ortamının taşıdığı hatalı bilgiler ve sahte haber görüntüleri, hakikatin kolayca değiştirilebilirliği ve kelimelerin bu alandaki gücü, veri hırsızlıkları ve altyapı problemleri ile kodlarla yürütülen saldırılar, kimlik ve aidiyet duygusu çerçevesinde görülen yetersizlik duyguları ve rekabetin bireyselleşerek hayatımızın orta yerine konması, borsaların ve faiz oranlarının konuşturulduğu ekonomik yaptırımlar, farklılıkların yanlışlık olarak görülmeye başlanması ve ortaya çıkan kutuplaşmalar; bizleri artık yepyeni savaş modelleriyle -farkına bile varamadan- mücadele etme mecburiyeti içinde eritmektedir. İşbu metin ve bahsi geçen eser; itaat ve merhamet, korku ve özgürlük arasındaki çatışmaları evrensel bir düzleme taşır. Zweig’ın üstlendiği rol ise okurunu bir anlığına da olsa sınırda tutmaktır, verdiğimiz kararların “Ben kimim?” sorusu üzerinde yalnızca bizim için değil bazen herkes için önemli olduğunu öğretmektir. Vicdan sustuğunda çığlık seslerinin hiçbir anlamı kalmaz çünkü en sert mücadelelerin yaşandığı cephe bazen bir toprak üzerinde değil, insanlığın ortak değerleri üzerindedir.
[1] https://www.ekrembugraekinci.com/article/?ID=1037&isviçre-neden-hiç-işgal-görmedi-
[2] https://www.fedlex.admin.ch/eli/cc/1999/404/en
[3] https://en.m.wikipedia.org/wiki/File:Bettannier_La_tache_noire.jpg
[4] https://en.m.wikipedia.org/wiki/Jules_Ferry_laws
[5] https://en.m.wikipedia.org/wiki/Spirit_of_1914
[6] https://www.historynet.com/wwi-soldiers-executions/#:~:text=It%20was%20indeed%20a%20lie,would%20certainly%20be%20even%20larger