Giyotinin Sesi

Bir suçlunun cezalandırılması için başvurulan yöntem, işlenilen suç ile aynı olduğunda hukukun intikam sınırı nasıl belirlenir? “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”, idamı beklediği her anı farklı bir şekilde deneyimleyen bir genç ile bizi aynı giyotin sehpasına sürükler. Hugo, okurunu düşünmeye iterken odak noktasını “suç”tan çok “insan” unsuruna çevirir. Dört bir tarafı yaşanmışlık izleriyle dolu duvarların ortasında hayal ettiğimiz kahramanın kimliği, işlediği cinayet ve cinayetinin kurbanı, yargılanma süreci gibi detaylar belirsiz bırakılmıştır. Bu sayede gösterilir ki, somut olayın değişkenleri ne olursa olsun kalıcı olan tek gerçeklik ölümün bir gün geleceğidir. Kendi döneminde de halka açık infazlara bizzat tanıklık etmiş olan yazar, her seferinde bu cezaya karşı tepkisini dile getirmiş; bahsi geçen eser ise konuyla ilgili imzası olmuştur. Romanın amaçlarından biri de edebiyatın araç haline getirilerek idam cezasının adaletten uzak oluşunu göstermek ve toplumun bu cezayı sorgulamasını sağlamaktır.

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

Eser; Fransa’nın siyasi, hukuki ve toplumsal açıdan sağlam olmayan zemininin üzerinde durmaktadır. Tarihsel bağlamda incelendiğinde görülen odur ki; 1789 Devrimi sonrası gelen yeniliklerin tam anlamıyla benimsenmediği bir ortamda ve kısa süre içinde baş gösterecek 1830 Devrimi’nin belirtilerinde roman, döneminin ceza hukukunu hissettiren bir açı ile idama mahkûm edilen herhangi birinin iç dünyasını gözler önüne serer. Fransız Devrimi ile birlikte gelen eşitlik ve özgürlük ideallerine rağmen ölüm cezası kaldırılmamış, bir idam aracı olarak “giyotin” adalet sahnesinde sağlam bir yer almıştır. 1789 İnsan Hakları Bildirgesi’nin tanıdığı haklar ile giyotinin bedenden ayırdığı kafalar kanlı bir tezat sunar. Dr. Joseph-Ignace Guillotin, ölüm cezasının kaldırılmasını başaramamış olsa da mahkûmun mümkün olan en az acıyla öldürülmesi için infazın basit bir mekanizma ile gerçekleştirilmesini önermiştir. Giyotinin gerçek mucidi Fransız hekim Antoine Louis de olsa idam karşıtı olmasına rağmen Guillotin, bu infaz yöntemi ile özdeşleşmiştir. 

Ölüm cezası, en eski hukuk düzenlerinde ilahi adaletin bir yaptırımı olarak görülmüştür. Örneğin Babil kralı Hammurabi’nin kanunlarında, Yahudi geleneğinde, Roma İmparatorluğu’nda, Ortaçağ Hristiyanlığında inançların içeriği farklılık gösterse de sonuç hep aynıdır: Toplumsal düzenin korunmasını sağlamak, tanrılara ve hükümdarlara karşı işlenen suçları cezalandırmak için yöntem; suçlu bulunan insanların yaşama haklarını ellerinden almaktır. Böylelikle idam, yalnızca maddi düzenin değil ilahi düzenin sürekliliğini de sağlamıştır. Modern çağa gelindiğinde yönetimdeki teolojik temeller yerini laik bir anlayış ile dünyevi gerekçelere bırakmıştır. Egemen gücün kendini en belirgin şekilde hissettirdiği yer ölüm cezası olmuştur; Michel Foucault’nun da belirttiği üzere tarihsel düzlemde egemen, ölüm ve yaşam üzerinde karar verme yetkisine sahiptir. Bu durum, iktidarın en keskin tezahürüdür. Fransız Devrimi’ne bakıldığı zaman sistemin içindeki kutsal izlerden tamamiyle arınılamadığı görülür. Ölüm cezası kaldırılmamış, halkın adalet talebi karşılanmaya devam etmiştir. Bu noktada giyotin, insancıl bir yöntem olarak görülse de zaman içinde soğukkanlı bir infaz haline gelerek ölümü sıradanlaştırmıştır. Modern ceza hukuku ve gelişen diplomatik ilişkiler açısından idam, orantılılık ilkesi ile çelişir. İnsan hakları alanındaki ilerlemeler, yargısal hataların geri döndürülemezliği açısından önemli gelişmeler sunar. Özellikle bir insan hayatının bitişi, günümüz şartlarında telafi edilmesi mümkün olmayan bir durum; hukuki açıdan ise bu niteliğiyle ölçüsüz bir cezadır. Benzer şekilde orantılılık ilkesi ile birlikte masumiyet karinesi kavramını gündeme getirmek gerekir: Adil yargılanma hakkı ihlal edilen ve yargılanma süreci detaylı bir şekilde işlenmeyen şüpheli, idam cezasının var olduğu düzenlerde nefesini cellatının ellerine bırakır. Sonuç olarak adalet sisteminde cezalandırma ve intikam alma sınırı belirginliğini kaybeder ve ölüm, yanlış iktidarların hükmünde toplumsal öfkenin tatmini haline gelir. 

Bir idam mahkûmunun günlüğü okunurken, idamın kısa süreli fiziksel acısından ziyade bekleyişin süregelen ızdırabı merkeze alınır. Nitekim karakterin “Manevi acının yanında fiziki acının ne önemi var?” şeklindeki içsel çığlığı, zamana yayılmış bir işkencenin duyumudur. Romanın yapısına bakıldığı zaman, geri sayımın diri tutulduğu görülür. Güneş ışığını görebilmenin ne kadar değerli olduğunu mahkûmla birlikte düşünür, koridorlardan gelen adım sesleriyle tedirgin olur, ne kadar derin nefes alırsak o denli ölüme yaklaştığımızı hissederiz. En nihayetinde “Saat dört” vurgusu ile yapılmış final; yaşanan varoluş sıkıntısını edebi olarak doruk noktasına ulaştırır. Beklemek böyle bir durumda, basit bir akış değil bir parçalanmadır. Kitabın kronolojisi Kübler-Ross modeliyle ele alındığında karakterin ruh halinin, modelin beş evresi içinde dalgalandığı görülür: inkar, öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme. Hugo’nun anlatımıyla bu şablon somutlaşır, okuyucu yalnızca sonucu değil süreci fark eder. İnsanın kendi sonu ile karşılaşması elbette korkunçtur, fakat eserin içindeki karşılaşma, zihni prangaya vurulmuş bir genç tarafından deneyimlenmekte; bu sebeple yüzleşme, çaresizliğin içindeki savunmasızlığı üretmektedir. Diğer taraftan kalabalığın baskısıyla “seyredilecek bir ölüm nesnesi”ne dönüşen kişi, kendilik duygusunu kaybetmiştir. Genç, “yaşamak istediği tek yerden, kızının zihninden” dahi silinmiş, benliğinin tüm önemini yitirmiştir. Psikolojik açıdan incelendiğinde Hugo’nun kalemi; okuruna empati yaptırmayı, soğuk bir kalbin yerini sıcak bir anlayışın almasını amaçlar. 

Sonuç Olarak

1829 yılında yayımlanan “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”, içerdiği konuları ile güzel bir tartışma kapısı aralar. Geçmişte çeşitli ülkeler tarafından imzalanan Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi metinler; zaman zaman ek protokolleri ile ölüm cezasını kaldırmaya yönelik gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Günümüzde bu cezanın yasal olarak uygulandığı ülkeler olsa da gelişen hukuk bilgisi ve insan haklarına gösterilen önem ile birlikte suçun böylesine sert bir şekilde ortadan kaldırılmasına ve topluma ders vermeye yönelik eğilim, suçluyu yok etmek yerine kişiyi topluma kazandırmaya yönelik çalışmalara bırakmıştır. Tarihin her döneminde gündeme gelebilecek nitelikteki bu konular, Victor Hugo sayesinde geçmiş ile bugünün arasına bir köprü inşa eder. Böylece okur, insan hayatının önemi ile suçluluk durumunu bir arada değerlendirebilir. Yaşamının son anlarına tanıklık ettiğimiz mahkûm “saat dört” itibariyle silinmiş olsa da, vicdanın yankıları hâlâ duyulmaktadır. 

Kaynakça

http://iletisimdergisi.gsu.edu.tr/en/download/article-file/752780

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Ölüm_cezası

https://www.yargitay.gov.tr/documents/AIHM.pdf

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/97779

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Giyotin

Add Your Comment