Kimliklerin zamanla silindiği, bireylerin kendileri hakkında sürekli bir şüphe içinde olduğu sistemlerde mutlu bir son yazılabilir mi?

Kafka’nın “Dava” Romanında Kimlik ve Bürokrasi

Franz Kafka’nın Dava romanı, hayatının son bir yılını anlamsız bir tutukluluk içinde yaşayan Josef K.’nin, yargı bürokrasisinin ateşi karşısında nasıl eridiğini okuyucuya anlatır. Karakter, tamamlanmış bir soyadına bile sahip olmamakla birlikte en başından anonimleştirilmiştir. Kitap boyunca olayın içinde yer alan görevlilerin sıfatlar ile ön plana çıkması, derinlikten uzak bir sürecin göstergesidir; insani ilişkiler dahi kural dışıdır, bürokratik iletişimsizlik ve öngörülebilir ilişkilerin eksikliği kendisini hissettirir. Kişi artık yalnızdır, Michel Foucault’un iktidar anlayışında gördüğümüze benzer şekilde Kafka’nın yarattığı dünyada K., ancak mahkemenin tanımlaması ve düzenlemesi doğrultusunda yaşamını sürdürebilir. Mahkeme ise içinden çıkılması mümkün olmayan bir döngüyü çoktan yaratmıştır. Hukuk, kendi kurallarını bir sistem olarak halka uygulayacak kişilerce tekelleştirilmiş; hukuk bilgisi ise bir tür araç haline gelmiştir. Halk, yenilmekten korktuğu ve otoritenin üstünlüğünü bu denli meşrulaştırmak istemediği için pasif bir bekleyiştedir. Aslında böyle sistemlerde kişinin yokluğu kadar varlığı da bir anlam taşımaz. Önemli olan, belirsizlik topraklarında suçluluk duygusunu yeşertmek, devamlı bir sorgulanma içerisinde özgürlük sınırlarını daraltmak ve itaat etmektir.

Panoptikon hapishane modelinin ruhu, Franz Kafka’nın kalemi ile vücut bulur. Ne zaman izlendiğini bilemeyen kişiler, sürekli olarak izlendiğini düşünmek ve davranışlarını kontrol altında tutmak zorundadır. Alt düzey memurlar, emir kulu olma şemsiyesi altında kendilerini sorumsuz olarak görürler. Sistemin asıl öznesi erişilemez bir yükseklikteyken geri kalan herkes güçsüzleşmiştir. Şiddet ise tolare edilmekle kalmayıp süregelen uygulamalar ile kurumsallaştırılmıştır. Düşünmeye ket vuran görev bilinci, zamanla koca bir toplumu vicdandan uzak bir noktaya taşır. Yasaya kutsallığın atfedildiği ve suçun halihazırda “orada” durduğu bir ortamda iradesi dışında mahkûmiyete çekilen herkesin, bir gün K.’nin “bir köpek gibi” infaz edilmesine benzer bir son yaşaması kaçınılmazdır; burada hukuk, adaleti yaşatmaktan çok uzaktır.

Kafka’nın Kişisel Kimliği ve Dönemsel Bağlamı

Eserde sunulan temalar ve birey anlayışları, Kafka’nın iç dünyasındaki karmaşadan da izler taşır; o, 1883 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir parçası olan Prag’ta, Almanca konuşan Yahudi bir ailede dünyaya gelmiştir. Bu çok katmanlı kimlik, yaşamı boyunca devam edecek aidiyetsizlik hissinin temelidir. Dönem coğrafyasında yükselmekte olan milliyetçilik ve antisemitizm, yıllar boyunca kabul görmediğini hissederek gerçekliğini bastırmasına sebep olmuştur. Zaman içinde Yahudi kültürüne yönelip kendini bulmaya çalışması, ailesinin karşı çıkmasıyla başarısız olmuştur. Nitekim Franz Kafka, durduğu zemini bir gün yitirebileceği korkusuna mutlak bir şekilde tutunmuş, bu sebeple hiçbir yeri sahiplenememiş ve temsilsizliğin acısını her adımında hissetmiştir. Bu açıdan kabul görmeyen bir tarafta yer almak, diplomasi tartışmaları için bir kapı açar.

Kültürel Diplomasi ve Temsil Sorunu

Gittikleri yahut kaldıkları yerde “biri” olduğunu hissedemeyenlerin de var olduğunu bilmek, kültür diplomasisi üzerinde düşünmeyi beraberinde getirir: Kim, hangi açıdan, nasıl temsil edilir? Devletlerin temelde olduğu bir bağlamda kültürel diplomasi, en basit anlatımıyla bir ülkenin kültürel değerlerini diğer ülkelere aktararak uluslararası bir boyut kazanma çabasıdır; dünya topraklarındaki farklılıklar, karşılıklı etkileşimler ile anlaşılır. Devletler genel olarak bu iletişimi yumuşak güç stratejilerinden biri olarak kullanır ve kendi görünüşlerine zenginlik katar. Tarih; sanatı, reklamları, oyunları ve hatta mizahı ile üstünlüklerini ortaya koymaya çalışan toplumları bünyesinde barındırır. Ancak bu araçları kullanmaya iten amaç, arkasında politik tercihleri saklar.

Bu noktada temsil sorunu, ulusal bir kültür yaratılırken perdenin arkasında kalan topluluklarla başlar. Baskın gelen zihniyet ve kültür, her bireyin aynı şekilde benimseyebileceği olgular olarak görülmemelidir; nispeten geniş bir hareket alanına ve esnek bir yapıya sahip kalıplar, kişiye tarihini ve değerlerini unutturmadan nefes alabilmesini sağlayan bir ortam tanır. Keskin sınırlarla çevrili kalabalığın arasında sıkışmış kişiler ise belki bir kalkan olarak, uluslararası arenada azınlıkların temsili konusunda kendisine yöneltilen eleştiri oklarını engellemek isteyen yetkililer tarafından görülecektir.

Modern Diplomasi ve Temsil Eksikliğinin Sonuçları

Günümüzde, diplomasinin tartışma konuları genişlik ve derinlik kazanmıştır. Kültürel etkileşim artık yalnızca üstünlük kurma çabalarını değil; eşitsizlik, ayrımcılık gibi küresel meselelerin konuşulmasını da içerir. Birçok ülke, kültürlerindeki çeşitliliği vurgulamayı strateji haline getirmiş, farklı ağlar ile ilişki paylaşımlarını teşvik etmeye başlamıştır. Bu gelişmelerle sorunlar ortadan kalkmış mıdır? Hayır, temsil problemi hâlâ canlıdır. Statüsü belirsiz azınlıklar, devletsiz halklar ve diaspora toplulukları; resmi diplomasi kanallarında kendilerini göstermek konusunda zorlanır. Temsil konusunda yaşanan boşluk, UNPO (Unrepresented Nations and Peoples Organization) gibi yapılar ile doldurulmaya çalışılsa da azınlık ve göçmen grupların aktör olabilmeleri, öznelerin politikalarına bağlıdır. Kültürel unsurların akıbeti, gücü elinde tutanların tercihleriyle belirlenmektedir.

Kafka’nın dünyasında da buna benzer bir yankı duyulur. Uluslararası diplomasi, çoğunlukla ulus-devletlerin temsilcileriyle sınırlıdır ve bu sınırlı yapı, belki de binlerce insanı fiilen temsilsiz bırakır. Bu konumda bulunanlar yalnızca söz hakkına sahip olmamakla değil, kendi fikir ve eylemlerinin etkisini görebilecekleri bir yerde olmamakla da sınanır; tıpkı Josef K.’nin bir dosya numarasından ibaret olması gibi, onlar da uluslararası alanda bir pazarlık konusundan ibarettir. Dava’daki bürokrasi, bireysel farkları yok ederek herkesi aynı düzenin parçası haline getirerek tek tipleştirir. Modern diplomasi sistemlerinde de benzer bir tehlike söz konusudur: Devletlerin ve sayısal çoğunlukların dikkate alınması, insanların çoğulluğunu saf dışı bırakır. Bu, aynı zamanda şiddet potansiyelini artıran bir durumdur. Tartışamayan, derdini anlatamayan ve çaresiz kalan kesimler zaman içinde güç baskısını yönetmek için şiddete başvurabilir; temsil eksikliğinin yol açabileceği öfke, radikalleşme ve çatışma olarak yansıyabilir. “Hiç” olmaya mahkûm edilen bireyleri hatırlamak, onların özgünlüklerini ve eylem kapasitelerini yok saymamakla gerçekleşir.

Sonuç Olarak

“Dava”; bir taraftan Josef K. gibi kendi ülkesinin çarkları içinde kaybolup giden, hukuksuzluğun farkında olup da değişim yaratamama sancısı çeken, “suçlu” damgasıyla tüm bakışları üstüne çektiği halde sebebini bilemeyen ve zamanla kendisine bile yabancılaşan kişileri anlatırken diğer taraftan kültürel diplomasi ve uluslararası ilişkilerde söz alamayan, dolayısıyla temsiliyetten dışlanan grupların durumlarıyla güçlü paralellikler barındırır. Yazar, sistemin dışlayıcı yanına bizzat tanıklık etmesiyle sağlam bir dil kullanmıştır. Bir sabah uyandığında özgürlüğünü kaybetmiş kişilerden biri de biz iken kitap, kötülüğün sıradanlığıyla hayatımızı boyar. Kimliklerin tek bir renk ile sunulması, içindeki kırılgan tonları görünmez kılar. Uluslararası platformlarda temsil kanalları oluşturmak, barış ve adalet için kritik bir öneme sahiptir. Aksi halde Kafka’nın onlarca yıl önce kurguladığı dava gibi, günümüzde de bazı insanlar için tanınma arayışı içinden çıkılamaz bir dava haline gelir.

Kaynakça

Add Your Comment